Her yıl Tıp Bayramı ile birlikte kutladığımız bir diğer bayram daha var. O da Çanakkale zaferi. İşte bugün 18 Mart’ta Tıp Bayramı ile birlikte Çanakkale Zaferini de beraber kutlamaktayız. Çanakkale Zaferi’nin üzerinden 95 yıl geçti. Ancak her şeyin bittiği, ümitlerin tükendiği, yokluk ve kıtlığın insanları aciz bıraktığı o günlerde şanlı ecdadımız sadece savaş kazanmakla kalmamış, o savaşta gösterdiği güzellikler ile tüm dünyaya insanlık dersi vermiştir. Yurdundan atmak için kıtalar ötesinden gelip insafsızca saldıran, kan kusan, kin kusan o kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela o acımasız düşmanına yaralandığı vakit yarasını sarmış, sakat kaldığında sırtında taşıyıp yardım etmiş, aç ve susuz kaldığında kendi bir damla suyunu, bir lokma ekmeğini paylaşmış, yemeyip yedirmiş, içmeyip içirmiştir. İşte biz şairin dediği gibi
Bir zamanlar biz de millet hem ne milletmişiz
Gelmişiz dünyaya insanlık nedir, öğretmişiz.
Evet değerli meslektaşlarım, şanlı tarihimiz ecdadımızın sergilediği insanlık örnekleri ile doludur. Bunun son örneklerini Çanakkale’de, İstiklal Savaşında sergilemiş ve düşmanına dahi sevgi ve şefkatin en güzel örneklerini göstermiştir. Onlar, son Türk Devletinin ayakta kalması için savaşmışlar, şehit düşmüşler ve bu cennet vatanı kahramanca savunarak bizlere emanet etmişlerdir. Çanakkale Türk’ü ile, Kürdü ile, Yörük’ü ile, Roman’ı ile bütün bir milletin tekvücut olması demekti. Bu inanç birliği, amaç birliği maddeten ve sayıca çok üstün güçlere sahip olan düşmana karşı galip gelmişti.
Şimdi insanlık her zamankinden daha çok sevgiye, dostluğa, barışa muhtaç. Dedelerimizin
savaşta düşmana gösterdiği dostluğu, sevgiyi, şefkati biz barışta birbirimize gösterebilirsek, birbirimizi sevebilirsek, karşılıksız yardım, iyilik için gayret gösterebilirsek önce ülkemizi sonra da dünyayı merhametli ve insancıl kılabilmek için çok önemli bir adım atmış olacağız.
Değerli Meslektaşlarım,
Bayram neşe, sevgi, mutluluk günüdür. İnsan olarak bizi mutlu eden, bizi sevindiren, bizi neşelendiren her olayın yaşandığı an ve gün bizim bayramımızdır. Okula başladığımız gün bayramdır, okulu iyi bir şekilde bitirdiğimiz gün bayramdır, diploma alıp meslek hayatına atıldığımız gün bayramdır, hayatımızı sevdiğimizle birleştirdiğimiz gün bayramdır, anne ya da baba olduğumuz gün bayramdır…Her mutluluk bize bayram sevinci yaşatır. Her yıl 14 Mart’ta kutladığımız Tıp Bayramı da biz doktorların bayram olarak kutladığımız yılın bir günüdür. Ancak bizim için bayram sadece 14 Mart ile sınırlı değildir ve olmamalıdır da…Bizi mutlu eden, bizi neşelendiren, bizi coşturan her gün biz doktorların bayramıdır.
Meslek olarak Allah’ın bize lütfettiği belki de en güzel bir mesleğe sahibiz. Çevremizdeki birçok insanın gıpta ettiği, keşke ben de doktor olsaydım diye iç geçirdiği, bize imrendiği çok güzel bir mesleğimiz var. Şairin “Ol mahiler ki derya içreler, deryayı bilmezler” dediği gibi belki biz bunun farkında değiliz ama çevremizdeki insanlara bir sorsak acaba doktor olmak istemeyen kişi görebilir miydik? Sormaya hiç gerek yok, çevremizdeki insanların bakışlarından, yüz ifadelerinden bu duyguyu okumak hiç de zor olmasa gerek. Peki doktorluğun bu cazibesi nereden geliyor? Tabii ki insan ile uğraşmasından, insan hayatına sağladığı güzelliklerden geliyor…
Bir çocuk düşünün. Karın ağrısı ile kıvranıyor, inim inim inliyor. Ya apandisi patlamış ya da midesi delinmiş. Anne ve babası başında bir an önce çocuklarının ıztırabının son bulması için yalvarıyorlar, dua ediyorlar. Geçen her dakika o çocuk için ıztırap, anne ve baba için de dayanılmaz bir acı. Ve cerrah olarak siz günün hangi saati olursa olsun, belki de gecenin saat üçünde herkesin sıcak yuvasında tatlı uykusunda olduğu bir anda gelen telefonla yatağınızdan hızla kalkıp, ameliyata girip, o çocuğu ağrıdan, o anne, babayı çaresizlikten kurtarıyorsunuz. Neticede o ailenin yüzünde minnet ifadesini, mutluluk halelerini görmekten insanı daha mutlu eden ne olabilir ki? İşte o an bizim için bayramdır. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündür.
Bir kadın düşünün. Hamile bir kadın. Belki de ilk çocuğuna hamile. Her şey yolunda giderken birden sancıları başlamış, ancak doğuma daha haftalar var. Hemen acile koşup muayene ediyorsunuz ve çocuğun hayatının tehlikede olduğunu teşhis edip acil sezeryan ameliyatına alıyorsunuz. Hem annenin kurtulmasına, hem de ailenin özlemi olan bebeğin sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesine vesile oluyorsunuz. Belki birkaç saatlik bir gecikme çocuğun kaybedilmesine sebebiyet verecekti. Siz bunu bildiğiniz için hiç tereddüt etmeden hastaneye koşuyor ve sezeryana giriyorsunuz. Doğumdan sonra çocuğun ilk ağlama sesi sizin yüreğinizi okşuyor, annenin yüzündeki şükran duygusu sizin bütün yorgunluğunuz silip süpürüyor. İşte o an sizin için bayramdır. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündür.
Hastanede nöbetçi olduğunuz bir günü düşünün. Acile ya travma sonrası solunum arresti olan, ya da akut myokard infarktüsü nedeniyle kardiyak arrest olan bir hasta geliyor. Daha doğru bir tabirle ex duhul kabul ediyorsunuz. Bir ümit, hemen saniyelerin önemini düşünüp resüsitasyona başlıyorsunuz. Havayolu, solunum, dolaşım, acil intravenöz sıvı infüzyonu tedavilerini saniyeler içinde planlayıp uyguluyor ve hastanın kalp atışlarının başladığını, nefes alıp verdiğini görüyorsunuz. Ha gayret biraz daha hızlı diye komutlar vererek acile ölü giren hastanın canlanmasına vesile olduğunuzu yaşıyorsunuz. Kapıda ümitsiz bir bekleyiş içinde toplanan hasta yakınlarına müjdeyi veriyorsunuz. Ümitsiz bir bekleyiş içinde bekleyen insanların sanki o yeniden canlanan hasta gibi canlandıklarını, mutluluktan size sarıldıklarını, sizi kucakladıklarını görüyorsunuz. İşte o an sizin için bayramdır. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündür.
Afrika’da katarakt hastalığı nedeniyle doğuştan beri ışığı görmeyen, dünyayı görmeyen, evini, yolunu görmeyen, en önemlisi annesini, babasını, tüm sevdiklerini görmeyen ama doğduğundan beri karanlık bir dünyada yaşayan insanların, çocukların olduğunu duyuyorsunuz. İşinizi, eşinizi, çoluk çocuğunuzu feda edip, binlerce kilometre uzakta, ışığa hasret o insanlara ışık olmaya, güneş olmaya koşuyorsunuz. Görmesine vesile olduğunuz her çocuğun annesinin yüzünü okşadığını, o mutlulukla tekrar tekrar öpüp sarıldığını görüyorsunuz. Görmesine vesile olduğunuz her insanın belki de eşini ilk kez gördüğüne şahit oluyor o mutlu anı hep birlikte yaşıyorsunuz. İşte o an sizin için bayramdır. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündür.
Nerede bir felaket olsa oraya ilk koşan sizlersiniz. Nerede bir afet olsa oraya ilk ulaşan sizlersiniz. Endonezya’da, Filipinler’de, Haiti’de anasız babasız kalmış çocukların, evini, eşini, aşını yitirmiş insanların, sakat kalmış acizlerin umut ışığı sizlersiniz. Doktor olarak yardıma koştuğunuz o insanlarla ekmeğinizi, suyunuzu, giysinizi paylaşıyor, yemiyor, yediriyor, içmiyor, içiriyorsunuz. Onlarla birlikte aç kalıyor, susuz kalıyor hatta hasta oluyorsunuz. Ama o insanlara yalnız olmadıklarını, kilometrelerce ötelerden birilerinin kendilerine yardıma koştuğunu hissettirmenin verdiği ümit dolu bakışları gözlerinden okuyabiliyorsunuz. İşte o an sizin için bayramdır. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündür.
Liseyi bitirip de Tıp Fakültesini tercih ederken ne umutlarla doktorluk mesleğini tercih etmiştiniz. O yaşlarda doktorların hayatına, ekonomik durumuna, yaşamına imrenip doktor olmaya karar vermiştiniz. Ancak, tıp fakültesini bitirip de mecburi hizmet kurasında Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez, elektrik ve suyu olmayan, medeniyete hasret insanların yaşadığı beldelere doktor olarak atandığınızda bu mesleğin ne kadar çileli, sıkıntılı ve özveri isteyen bir meslek olduğu gerçeği ile karşı karşıya kaldınız. Belki de hayatınızda ilk defa sıcak aile ortamından ayrılıp kaloriferi olmayan, sıcak suyu, sıcak ekmeği olmayan dağ başında mahrumiyet beldelerine doktor olarak gitmiştiniz. Yöre halkı sizi büyük bir coşku ile karşılamış ve size Anadolu insanının misafirperverliğinin en güzel örneklerini sergilemişti. Siz de yirmidört saat o insanlara hizmet etmenin, o insanlarla aynı hayatı paylaşmanın, o çilekeş insanların sıkıntılarına merhem olabilmenin mutluluğu ile cansiperane hizmet etmiştiniz. Ağrısını dindirdiğiniz, ateşini düşürdüğünüz, hastalığını tedavi ettiğiniz yüzlerce ve belki de binlerce hastanın sizinle her karşılaştıklarında size duyduğu minnetdarlığı sözleriyle ifade etmenin, size ettikleri dualara amin demenin sevincini, hazzını başka hiçbir şeyde bulamamış, görememiştiniz. İşte o dağ başlarında geçirdiğiniz her gün sizin için bayramdı. Kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir gündü.
Evet sevgili dostlar. Böyle güzel bir mesleği bizlere lütfettiği için Allah’a ne kadar şükretsek az. Acı içinde kıvranan insanların ıztırabını dindirmek, yaralarına merhem olmak, yaşamaktan ümidini kesmiş çaresizlere yaşama ümidi kazandırmanın değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Makam, mevki, para, pul, şan, şöhret hepsi de gelip geçici, sadece bu dünyada insanı tatmin edici, mutlu edici zahiri güzellikler. Gerçek olan ise bu dünyada yaptığımız güzel işlerin, karşılık beklemeden yaptığımız iyiliklerin, fedakarlıkların bizi bekleyen ve yaptığımız her işin hesabını vereceğimiz, gerçek hayat olan ahirette bize kazandıracağı güzellikler, mutluluklar, ebedi saadet…
Yunus Emre ne güzel söylemiş:
Bir hastaya vardın ise
Bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarabın içmiş gibi
Mesleğimizi bu şuurla yapalım. Yaptığımız işin maddi boyutundan ziyade manevi hazzını düşünelim. Nasıl aşk karşılık beklemeden sevmekse, doktorluk da karşılık beklemeden hizmet etmektir. Bizim için bu dünyada takdir edilen bu kutsal görevin bilinciyle mesleğimize aşık olalım. O zaman yaptığımız işi severek yapar, mutluluğu yakalar ve bayram ederiz.